The Girl With The Dragon Tattoo/Ejderha Dövmeli Kız


41 ülkede rekor satış yapan kitaplarının başarısını göremeden 50 yaşında hayata veda eden İsveçli gazeteci Stieg Larsson’un  Millennium serisinin ilk kitabı Ejderha Dövmeli Kız’ı okuduktan sonra bu kitabın mutlaka filmi yapılmalı demiştim kendi kendime. Kitapta zihne kazınacak sahneler, çarpıcı ve canlı karakterlerle bir anda çevreniz kararıyor ve kendinizi öykünün içinde buluveriyordunuz.

 Filmin ilk versiyonu 2009 yılında Danimarkalı Yönetmen Niels Arden Oplev tarafından yapıldı. Oplev aynı zamanda kitabın dizisini de çekerek bu çarpıcı öyküyü hem beyaz perdeye hem de televizyonlara taşıdı. Hem kitabı okumuş, hem de daha önce yapılmış ilk filmi izlemiş biri olarak dün yine de büyük bir heyecanla filmi izlemeye gittim.

 Se7en, Fight Club/Dövüş Kulübü, Panic Room/Panik Odası, Zodiac, The Curious Case of Benjamin Button  /Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi, The Social Network/Sosyal Ağ gibi filmlerinde yönetmeni olan David Fincher’dan bu müthiş hikayeyi yeniden izlemek kesinlikle bir ayrıcalık olacaktı.

 Filmin başrollerinde Daniel Craig, Rooney Mara, Christopher Plummer, Stellan Skarsgard, Steven Berkoff, Robin Wright, Yorick van Wageningen ve Joely Richardson yer alıyor.

 Öykünün bir labirentten farksız yapısında cinayet, yozlaşma, aile sırları ve 40 yıllık bir gizemin peşinden koşan iki beklenmedik ortağın iç mücadeleleri yer alıyor. Mikael Blomkvist (Daniel Craig), yalan haberle suçlandıktan sonra şerefini kurtarmaya karar veren bir finans muhabiridir. İsveç’in en zengin sanayicilerinden olan Henrik Vanger (Christopher Plummer) tarafından, geniş ailesinin bir üyesi tarafından öldürüldüğüne inandığı sevgili yeğeni Harriet’ın uzun zaman önceki kayboluşunu araştırmakla görevlendirilen gazeteci, başına geleceklerden habersiz bir şekilde, donmuş İsveç kıyılarının açığındaki bir adaya doğru yola çıkar.

Aynı anda, Milton Güvenlik hesabına çalışan alışılmadık ama becerikli bir araştırmacı olan Lisbeth Salander (Rooney Mara), Blomkvist’in geçmişini araştırmakla görevlendirilir. Bu görev, genç kadını Harriet Vanger’ı kimin öldürdüğünü araştıran Mikael’e katılmasına yol açar. Lisbeth kendini sürekli ihanete uğradığı bir dünyadan saklanmayı seçmişse de, hacker’lık becerileri ve sabit fikirliliği paha biçilmez birer özellik haline gelmiştir. Mikael ağzı sıkı Vanger’larla yüz yüze gelirken, Lisbeth kablolu dünyanın gölgelerinde gezinir. Birlikte geçmişten günümüze bir cinayetler zincirini takip edip, çağdaş suç dünyasının en azgın dalgalarına çekilirken tutunacakları, kırılgan bir güven bağı kurarlar.

 Film kadınlara yönelik şiddetin ve aşağılanma şekillerini aklınızdan çıkmayacak sahnelerle adeta zihninize kazıyor. Aynı zamanda izleyicilerin intikam hissini sonuna kadar hissedebilmesi içinde gereken her şey düşünülmüş ve yapılmış. Mikael ile Lisbeth’in gizli kapaklı araştırması eşliğinde yozlaşmış güç, kadın düşmanlığı, hoşgörüsüzlük, fanatiklik, küreselleşme, toplumsal refah, adalet ve yargı temalarına işleniyor. Kişilerin ve toplumların sakladıkları sırların insanlar üzerinde yarattığı merak duygusu ise neredeyse filmin lokomotifi haline geliyor.

 Yazar Larsson, Lisbeth karakteriyle suç gerilimlerinde daha önce görülmemiş bir kadın kahramana hayat veriyor. Salander görünüşüyle insanlara uzak durun mesajı veren, başkalarıyla “normal” şekillerde iletişim kurmayan ama haksızlığa uğrayanlarla kurduğu kişisel bağ nedeniyle, Harriet Vanger’in kaybolması vakasını çözmekte Mikael’e yardım etmek isteyen serseri bir dahidir. Öç alma arayışı ve Mikael’le kurduğu belirsiz ortaklık, The Girl With The Dragon Tattoo/Ejderha Dövmeli Kız’ın ve takip eden iki kitabın– The Girl Who Played With Fire/Ateşle Oynayan Kız ve The Girl Who Kicked the Hornet’s Nest/Arı Kovanına Çomak Sokan Kız’ın merkezini oluşturuyor. Lisbeth karakteri hem fiziksel hem de ruhsal yapısı itibariyle aslında pek çoğumuzun yabancı olamadığı; olağan üstü bir güce sahip, becerikli, hazır cevap iyilik sever fakat sıradan insanlara göre hayli tuhaf Pippi’nin hikayesini anımsattı bana.

 Lisbeth karakterine 2009 yılındaki filmle hayat veren Noomi Rapace ile Rooney Mara’yı kıyasladığımda ise  ikisinin de ayırt edilemeyecek kadar başarılı olduklarını söyleyebilirim.

 Filmin tamamına yakını neredeyse gerçek mekanlarda ve İsveç’de çekiliyor. İsveç’in ani mevsim değişiklikleri filmin ruh halini güçlendiriyor ve arka planda sürekli bir unsur olarak kendini gösteriyor. Kış, sessiz bir karakter gibi filme girerek her şeye çok yumuşak ve dolaylı bir soğuk ışık veriyor.

 Yer yer nefesinizi tutacağınız, soluk soluğa izleyeceğiniz, sizi hikayesiyle alıp götürecek bu filmi daha önce izlediyseniz bile kesinlikle David Fincher’dan bir kez daha izleyin derim ben. Şimdiden iyi seyirler dilerim.

 

İlk yorum sizden

E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır. (*) Doldurmak zorunludur.