Serin bir Eylül sabahıydı. Bir yerlerde yüksek volüm radyo sesi geliyor biri bağıra bağıra türkü söylüyordu. “Yinede şahlanıyor aman Kolbaşını yandım da kır atı Görünüyor yandım aman Bize serhad yolları. ” Hasan Mutlucan kimdir bilmezdim. Tabi ihtilal ne demek onu da bilmezdim. Korkarak uyandım. Evin içinde bir koşturmaca vardı. Yatağımdan kalkıp uykulu gözlerimle koridorda çıktım. Babam hazırlanıyor annem koridorda ağlıyordu. Hava henüz ağarmaya başlamış, güneş doğmamıştı. Küçük kardeşim geceliğimin eteğinden tutmuş ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerle bana bakıyordu bende ağlayan anneme. Babam telaş içinde botlarını giydi ve hepimize sarılıp öptü; “korkmayın” dedi. Neden korkmam gerektiğini bilmiyordum. Babamın sabahın o saatinde nereye gittiğinide. Radyonun sesi karşı evden geliyordu. Annem babamın arkasından koridora çökmüş ağlıyordu…
Korkmuştum, neden korktuğumu bilmeden. Kardeşim anneme sarılmış ağlıyordu. Vakit kuşluk vaktiydi…
Babamı giderken görmek için pencereye koştum. İsmini bilmediğim o adam hala bağıra bağıra türkü söylüyordu. Eylül 1980 SİİRT. Bütün pencerelerin ortadaki kocaman bir alana baktığı lojman camından, bütün babaların giyinmiş gidiyor olduklarını gördüğümde daha da korktum. Neden korktuğumu bilmeden…
Babamı bir hafta sonra görebildim yeniden. Yorgun ve mutsuzdu.
O yıllarda doğuda olmak şanstı galiba. Çünkü terörün eli güzel ülkemin başka yerlerini karıştırıyordu. Büyük şehirlerden her gün acı dolu haberler gelirken Siirt’te hayat normal akışında devam ediyordu. Neredeyse bir asırdır oynanan aynı oyunun, “sağcı-solcu” bölümündeydik o yıllarda.
Babamın alacakaranlıkta kayboluşunu izlerken gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Neden ağladığımı bilmiyordum. Bir şeyler ters gidiyordu farkındaydım. Kapının sesiyle irkildim. Annem gözlerini silip kapıya koştu. Nilgün teyze kucağında çocuğu, üzerinde geceliği, çıplak ayaklarıyla kapıda dikilmiş öyle boş gözlerle anneme bakıyordu. Annem “ne olacak şimdi?” dedi. Ne olmuştu! Çıldıracaktım. Bu avazı çıktığı kadar bağıran adam kimdi? Sesimi çıkarmaya korkuyor usulca bir kenarda olanları izliyordum.
İhtilal dediler…
Ne demekti ihtilal ?…
Sanırım kötü bir şeydi. Çünkü kimse gülmüyordu.
Nihayet birinin aklına televizyonu açmak gelmişti. Silahlı kuvvetler yönetime el koydu diyordu televizyon. Her şey benim için o kadar karman çormandı ki. O kadar anlaşılmaz, o kadar uzak.
Eylül 1980 SİİRT. Güneş yavaş yavaş doğmaya başlamıştı… Bugün her günden farklı bir gündü.
Okullar hala kapalıydı sanırım. Hatırladığım kadarıyla okula gitmedik epey bir süre. Babam öğlene doğru annemi arayıp sıkı sıkı tembihlemişti “bahçeye bile inmeyin sakın” diye. Balkondan dışarıya bakıyordum. Annem avazı çıktığı kadar bağırıyordu “içeri gir çabuk” diye. Cep telefonum yoktu ki arkadaşlarım ne yaptı? Ya da ne yapıyorlar mesajlaşalım. Ya da internetim yoktu ki Google ihtilal yazayım; ne olduğunu söylesin bana. Öyle dizlerimi karnıma çekip salondaki koltuğun üzerinde oturup televizyonda olup biteni izliyordum. Televizyon deyince hemen bugünkü televizyonlar gelmesin aklınıza , tek kanal günün belli saatleri yayın yapardı. Annemin bunu fark etmesi uzun sürmedi. Televizyonda yasaktı artık . Bir şeyler ters gidiyordu. Sanırım hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı artık ve olmadıda.
Eruh çayının kıyısını o seneden sonra hiç görmedik. Pervari’ye de gidemedik. Bugün düşünüyorum da bu iki güzel vatan toprağının ismi bile insanlar üzerinde nasıl bir korku yaratıyor. Benim kıyısında koşturduğum. Ağaçlarının arasında dolaştığım. Yöre halkıyla aynı sofraya oturup yemek yediğim Eruh la bugünkü Eruh aynı yer mi? Nasıl bir zihniyet 1984 de orda yapılan katliamı bir festivalle kutluyor bugün. Aynı oyunun hatta aynı senaryonun adı değişik sadece; bugünkü ismi “sağ-sol” değil de “kürt-türk”.
Dayım kayıptı üç gündür. Anneannemler İstanbul’da yaşıyordu. Anneannem ağlayarak annemi arayıp haber vermişti. Dayımı bir türlü bulamıyorlardı. Askerler götürmüştü ama nereye? Neden dayımı götürsünler ki? Dayım doktordu. Endişe ve korku evimizin her tarafına yayılmıştı. Artarak ve katlanarak büyüyordu.
Kardeşimi akşam olunca teskin etmek mümkün olmuyordu. Ağlayarak camda babamın gelişini bekliyor ama babam bir türlü gelmiyordu. Ben artık beklemekten vazgeçmiştim, neden bilmiyorum artık hiç gelmeyecekmiş gibi geliyordu. Çok mutsuzdum. Annem bizi teskin etmeye çalışıyordu. Dışarı çıkamayışımızın nedenini anlatmaya çalışıyordu. Ama ben bir türlü anlayamıyordum. Neden hayatımız tehlikedeydi ki daha geçen hafta değimliydi, arabamızla Diyarbakır’a gitmiştik, güle oynaya şehirde dolaşıp alışveriş yapmıştık. Ben kimseye bir şey yapmamıştım ki. Neden hayatımız tehlikedeydi? Bugün ne olmuştu ki sokağa çıkamıyorduk. Bir türlü anlayamıyordum.
Babamı çok özlemiştim. Artık saatler bile geçmiyordu sanki. Komşular gelip gidiyor iyi olduklarına dair haber alanlar birbirleriyle paylaşıyor, bazen ağlanıyor, bazen hararetli tartışmalar oluyordu. Annemin gözlerinde sürekli bir endişe vardı. Bize belli etmemeye çalışsa da hayatındaki çok sevdiği iki erkek için endişeleniyor. Endişe gözlerinde kocaman bir bulut oluyordu.
Bir hafta sonrasıydı bir akşam babam eve döndü. Hayatımda ki en uzun bir haftaydı. Koşarak boynuna sarıldık. Çok yorgun ve mutsuz görünüyordu. Bize sarılıp uzun uzun öptü. O artık evdeydi ya sanki her şey düzelecekti. İçimi tarifsiz bir sevinç kaplamıştı.Fakat hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Dayımı Diyarbakır cezaevinde bulmuşlardı nihayet. Annem en azından yeri belli olduğu için biraz rahatlamıştı; fakat bu defa bilinmezliğin yerini, bilenene duyulan korku kaplamıştı.
Dayım ve ben bir dönemi birlikte geçirmiştik. Uzun hippi saçları, İspanyol paçalı pantolonları, Barış Manço bıyıkları ile dönemin üniversiteli gençliğindendi. Sabahları aynanın karşısında geçince o süslü reyhan ben süslü pembe olur, itişip kakışır, “İkimiz bir fidanın güller açan dalını” söylerdik bağıra bağıra. İlk bisikletim onun hediyesiydi; üç tekerlekli ve kırmızı. Uzun zaman olmuştu dayımı görmeyeli. Okulu bitirmiş Diyarbakır’ın Bismil ilçesine atanmıştı. Hiç yüksünmemiş, gitmem dememiş ve vatanımın bu güzel toprağında görev yapmaya gelmişti. Sonra ki yıllarda uzmanlık sınavını kazanmış ve İstanbul’a dönmüştü. Kaderi onu bu defa Diyarbakır’a farklı bir şekilde geri getirmişti.
Bugün bir kadın olarak annemi daha iyi anladığımı itiraf etmeliyim. Sevdiği iki erkek istemeseler de karşı cephelerdeydi. Ne kadar zor olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyorum.
Bir gün anne ve babamın yatak odasında hararetli hararetli tartıştıklarını duydum. Babam “ne yapayım elimden bir şey gelmiyor” diyor bağırıyordu. Annem ağlıyor “ne olursun bir şeyler yap” diyordu. Daha sonra öğrendiğime göre; babam birkaç kez dayımı görmek için Diyarbakır cezaevine gitmiş; fakat görmesi mümkün olmadığı gibi birde tehdit edilmişti. “Buralarda fazla dolaşma alırız seni de içeri” diye. Zor günlerdi. Hem de sanılanın aksine herkes için çok zor günlerdi.
Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık. Siirt’te eskisi gibi değildi. Bisikletimle şehrin içinde tur atıp dolaştığım günler geride kalmıştı. Her yüzde korku ve endişe hakimdi. Çocukların arasında bile eski sohbetler yerini, babalarımızdan haber alıp alamadığımıza. Tanıdığımız insanların tutuklanışlarına bırakmıştı artık. Askerdi babalarımız. Ama tutuklayanlarla tutuklananlar aynı ailedendi. “-Hasan Meltemi öpmüş biliyor musun?” söylemleri çok gerilerde kalmıştı. Zorla büyümüştük sanırım.
Birkaç ay sonra bir sabah evimiz bayram yeri gibi oldu. Babam dayımla beraber Diyarbakır’dan dönmüştü. Herkes ağlıyordu. Kapıdan girdiklerinde koşup sıkıca dayıma sarılmak istedim. Uzanan kollarımdan beni yakaladı. “Dur bakalım süslü pembe çok pisim dedi”.
Dayımda eski dayım değildi artık. Çok zayıflamış sanki yaşlanmıştı. Hatıralarımda ki gülen yüzlü, uzun saçlı, şakacı genç gitmiş; bambaşka bir adam gelmişti onun yerine. Annem sürekli “şükürler olsun Allah’ım” diyor ve ağlıyordu. Ne kadar çok ağlar olmuştu o dönemde. Daha öncesini düşünüyorum da annemin ağladığını çok nadiren hatırlıyorum. Banyoyu hazırlayıp, dayımın üzerinden çıkanları büyük bir torbaya doldurmuştu. Bitlenmişti dayım. Bütün elbiseleri bit içindeydi. İnsan nasıl bitlenir ki? Çocuk aklım bir türlü almıyordu.
Hayatlarımızdan endişe etmeyi, bir sabah korkuyla uyanmayı, neden olduğunu bilmeden korkmayı, çok küçük yaşlarımızda hem de kaosun tam ortasında kalarak öğrenmek zorunda kalmıştık. Oysa bizler çocuktuk ve kimseye bir şey yapmamıştık.
Eylül 1980 SİİRT…Artık hiç bir şey eskisi gibi değildi.
O yaz Ankara’ya tayinimiz çıktı!
Şehir kütüphanesini,
Yazlık sinemayı,
Koştuğum sokakları,
Öğrendiğim Arapça küfürleri,
Arkadaşlarımı,
Öğretmenlerimi,
Saklambaç oynadığımız arka bahçeyi,
Yumurta bayramlarını,
Yılsonu mezuniyet partilerini,
İlk dansımı yaptığım delikanlıyı,
Annemin diktiği pembe tuvaletimi,
Sevdiğim yeşil gözlü çocuğu,
Çocukluğumu, geride bırakıp; sıcak bir Ağustos ayında Ankara’ya doğru yola çıktık…
“Eylül 1980 SİİRT-Hasan Mutlucan’la İlk Tanışma ve Geride Bıraktığım Çocukluğum…” için 1 Yorum Yapıldı
Yüreğinine sağlık...çok duygulandım okurken...